Resim: Dicle Nehri, Diyarbakır
Beni Karanlıkta Bırakmadı
Ben 1965 yılında doğduğum zaman babam Almanya’daymış. Babam Almanya’da 8 yıl kaldı. Babam Almanya’dan ilişkisini kesip Türkiye’ye geldiğinde ben 8 yaşındayım ve ilkokul 2.sınıfa gidiyordum. Ben onun yokluğunda büyüdüm diyebilirim.
Almanya’dan döndüğü zaman elinde bir miktar sermaye ile gelmişti. Hem bizlere bir gelecek sağlamak, hem de elindeki parayı iyi bir şekilde değerlendirebilmek için köyde bir değinilen kurdu. Değirmende kardeşlerimle birlikte çalışmaya başladık. O çevrede değirmen olmadığından tüm çevre köylerden bizim köye değirmene gelmeye başladılar.
Bizim köyümüz çok işlek ve merkezi bir yerde olup, tümü de Alevidir. Alevilerin yapısından mıdır, yoksa başka bir şeyden midir, bilemiyorum, çevresindekilere nazaran daha ilerici ve demokrasiyi savunan bir millettir. Bizim köyümüz araştırmayı seven araştıranı daima teşvik eden çok tatlı insanlarla doludur.
Ekonomik durumdan olsa gerek, köylülerimizin çoğu dış ülkelere gidip oralarda çalışıyorlar. Bu dış ülke de genellikle Almanya oluyor.
Almanya’ya ilk gidenlerden biri de babamdı. Gitmeden evvel bazı söylentiler yüzünden biraz tedirginmişler. Ama ne tuhaftır ki, döndüklerinde de oraların iyi taraflarını, Almanların dürüst lüklerini, yardımseverliklerini, hoşgörülü oluşlarını anlata anlata bitiremiyorlar.
Babam da akşam olunca bizlere başından geçen olayları anlatırdı. Bizler de hayranlıkla onu dinlerdik. Bir keresinde bize başından geçen ve kendisini çok etkileyen bir olayı anlatmaya başladı: “Ben sabah işe gitmek için erkenden evden çıktım. İşyerim o kadar uzak olmadığı için hep yürüyerek işe gidiyordum. Yavaş yavaş yürüyerek işe gittim. Giyinmek için dolabımın kapısını açacaktım, baktım anahtarlar yok, biraz bakındıktan sonra anladım ki, pantolonumun kemerliği kopmuş, anahtarlar da düşmüş. Beş tane anahtar, çok güzel bir bıçak, bir de tırnak makası bulunuyordu. Akşam olunca arkadaşlarla beraber eve gittik, olayı onlara anlattığımda bazıları bulursun dediler, bazıları bulamasın, artık kim bulduysa vermez, diyorlardı. Tabii bende aynı kanıdaydım. Sabahleyin yine işe gitmek için evden çıktım. Araya araya işe gidiyordum. Boş bir alanın yanına geldiğimde bir de baktım ki üç tane taşı üst üste koyup üzerine anahtarımı bırakmışlar. O zaman dünyalar benim oldu,” diyordu. Bizler de buna benzer olayları hep hayranlıkla dinliyorduk.
“Bir adres sorduğumuz zaman veya bir yardım istediğimiz zaman hemen koşar, ya bizi ta sorduğumuz adrese kadar götürür ya da çok detaylı bir şekilde tarif ederlerdi,” derdi.
Onların dil, din, ırk ayrımı yapmadan insanları sevmeleri beni çok etkilerdi.
Ben okuldan geldikten sonra elbiselerimi ve çantamı bir köşeye atıp hemen koşardım değirmene çalışmaya. Babamla birlikte olmayı çok sevdiğim için, onunla birlikte çalışmayı da çok seviyordum.
Çevre köylerden bizim değirmene geldikleri zaman, hemen koşar onların yanına gidip onlara yardım ederdim. Onlar da çocuk yaşta olduğum için olsa gerek, beni çok sever ve şakalaşırlardı. Ama 16-17 yaşlarına geldiğim zaman onlardan sıkılmaya ve onlardan uzak durmaya başladım. Çünkü onların yanlarına gittiğim zaman koyu bir sohbet başlar ve o sohbet ise dönüp dolaşıp bizim Aleviliğimize dayanırdı. Tabii ben Alevi olduğum için kesinlikle ne utanıyor ne de sıkılıyordum. Ama dini konuda bilgim olmadığından onlara cevap veremiyordum. Onlar da bunu fırsat bilir, bana hep aşağılayıcı ve küçültücü sorular sorarlardı. Bunun için ben de onlardan uzak durmaya çalışıyordum. Aslında onların da dini konuda pek bir şey bildikleri yoktu ama, onlar devamlı camiye gittikleri için hocalar az da olsa onlara bir şeyler öğretmişti. Sordukları her zaman “Sizler neden namaz kılmıyorsunuz, neden oruç tutmuyorsunuz?” gibi sorular olurdu.
Ben ise bu gibi sorulara cevap veremediğim için hep onlardan uzak kalmaya başlamıştım. Ama kaçmanın çözüm olmadığını, benim de araştırıp bilgi edinmem gerektiğini, bu bilgilerle de kendimi savunmam gerektiğini biliyordum. Bunun için ben de araştırmaya başladım. Alevi- Sünni demeden elime geçen tüm kitapları okumayı başladım. Üç sene zarfında kırka yakın kitap okudum. Artık benim de az da olsa bilgim vardı.
Müslümanlık o kadar hoşuma gitmeye başlamıştı ki tarif edemem. Öğrendiklerimi ve okuduğum kitapların bazılarını çevremdeki arkadaşlarıma ve akrabalarıma anlatmaya, öğretmeye başlamıştım artık.
Derken 20 yaşına geldiğimde askere gitmem gerekti. Askerliğimi yapıp geldikten sonra yine değirmende çalışmaya başladım. Artık iyice büyüdüğümden kendimi çalışmaya verdim. Dini konulan askerlikten sonra pek araştırma isteği duymadım.
Aradan bir, bir buçuk yıl geçmişti ki, içimde yine bir arzu, istek doğdu. Başladım okumaya. Okuduklarımı düşünüyor anlamadıklarımı tekrar okuyordum. O kadar etkilenmiştim ki, bunları çevreme anlatıyor, tepki gösteren olunca bunları zorla kabul ettirmeye kalkıyordum. Bir keresinde annemle babamı o kadar çok acımasızca yargılamıştım ki, sonunda babam bana “Bu okuduğun kitaplar seni zehirliyor bizlere karşı, bunları okumasan çok iyi edersin,” demişti. Ama ben yeniden araştırmalarıma devam ediyordum.
Derken işe girdim, onlar da biraz rahatladılar. İşime çok çabuk uyum sağladım, çalışmayı çok sevdiğimden olsa gerek, şefim beni çok seviyordu. Zaten dini konular olsun, öbür düşünceler olsun, fikirlerimiz hep uyuşuyordu. Bir gün baktım elinde bir paketle yanıma geldi. “Bunu sana armağan etmek istiyorum” dedi. Ne olduğunu sordum, “Kur’an-ı Kerim” dedi. Çok sevinmiştim. Çok işime yarayacaktı. Kur’an-ı Kerim-i aldıktan sonra araştırmalarıma hız verdim. Araştırdıkça haz duymaya başladım Müslümanlıktan. Bazen öğrendiklerimi gelir şefimle tartışırdım. Aslında tartışmaktan ziyade aynı konuda fikir birliği içerisinde idik.
Araştırmalarım beni o kadar etkiliyordu ki, sanki bizim gibilerin hepsi, yani bizim gibi düşünenler cennete, bizim gibi düşünmeyenler cehenneme gideceklerdi. Kendimi çok büyük görmeye başlamıştım.
Kur’an-ı Kerim’i çok dikkatle ve ağır okuyordum. Okudukça kafamda sorular oluşmaya başladı. Şefim benden daha bilgili olduğu için ona sormaya karar verdim. Ama sorduğum sorulara çok mantıksız cevaplar veriyordu. Kafamdaki sorular gitgide çoğalıyor ve ben sanki bunalımlı bir boşluğa doğru yuvarlanıyordum. Ama hiç bir zaman araştırmalarımı bırakmadım. Aynı hızla devam ediyordum. Bazen kendi kendime sorular sorardım. Tanrı bu kadar gaddar mıdır?
Tanrı bu kadar sevgisiz midir? Tanrı’dan devamlı korkmak mı gerek? Tanrı kullarına kendisi hükmedemiyor da kulları aracılığıyla mı ceza veriyor? Mesela Kur’an-ı Kerim’in Tevbe suresinin 5.ayetindeki gibi “Müşrikleri gördüğünüz yerde öldürün,“ gibi ayetler. Acaba kendisi yani Allah’ın gücü kullarına yetmiyor muydu? Artık Allah’tan git gide uzaklaşıyordum. Aradan bir kaç ay geçti, tanrısızlığa inanmaya başladım. Her şeyin doğanın bir olayı olduğuna inanıyordum. Darwin teorisi bana çok mantıklı geliyordu.
Bir gün Milliyet gazetesini okurken alt köşesinde ufak çerçeve içerisinde yazılmış bir ilan gördüm. O ilanda: “İncil’i okumak ister misiniz?” diye yazılıydı. Bir süre düşündüm, ondan sonra “Neden olmasın?” dedim. Bir iki satırlık o adrese mektup yazdım, gönderdim. Mektubu yazdığımda bacanağım da yanımda idi, hatta onun iş yerinin adresini yazmıştım. Aradan beş altı ay geçmiş, bacanağımın iş yerine cevap gelmişti. Mektup çok geciktiği için önce neyin nesi olduğunu anlayamamıştık. Ama sonra o ilan aklıma gelince hatırladım. Mektubu açtığımda içinden İncil’in Matta kısmı, bir kitapçık ve bir de soru şeklinde yazılmış bir mektup çıktı. Hepsini çok detaylı bir şekilde okudum. Soruları da okuyup cevapladım. Cevaplar okuduğum kitaplarda olduğu için pek zor gelmedi bana. Cevaplayıp gönderdikten sonra on beş gün geçti, bir başka mektup geldi. Onu da okuyup cevapladım. Bu böyle uzun bir süre devam etti. Sonra bana bir İncil gönderdiler. Onu da okudum ama pek tatmin olmadım. Kafamda yine sorular oluşmaya başladı. İncil’de Allah’ın Oğul’undan bahsediliyordu. Allah sevgidir diyordu. Tek kurtuluşun İsa’ya imanla sağlana cağından bahsediyordu. Kutsal Ruh ne demekti? Bu gibi sorular oluşuyordu kafamda.
Bir gün baktım yine soru-cevap şeklinde bir mektup geldi. Onu okurken altındaki telefon numarasını gördüm. Ona telefon etmeye karar verdim. Telefonda biraz konuştuk. Kafamdaki soruları telefonda sormam mümkün değildi.
Bizim bu taraflara gelip gelmeyeceğini sordum, birkaç ay içinde geleceğini söyledi.
Ben yine gelen sorulan cevaplıyor, gönderiyordum. Bir süre sonra geldi tanıştık, sohbet ettik. Kafamdaki bütün soruları sormaya başladım çok güzel ve mantıklı cevaplar veriyordu bana. “Tanrı’nın Oğlu ne demek?” diye sordum ona, açıklayınca çok hoşuma gitti. “Kutsal Ruh, Allah’ın sevgisi, İsa Rab mi dir?” bunun gibi nice sorular. Hepsini de çok mantıklı cevaplıyordu.
O gittikten sonra bende az da olsa bir değişiklik, bir yumuşama olmuştu.
Düşündüm. Bizleri ve evreni yaratan biri olmalıydı. Doğa kanunları bu kadar mükemmel olamazdı. İnsanın güzelliğine ve yeteneklerine bakınca, “Bu bir doğa olayı değil de Tanrı’nın işi olmalı,” diye düşündüm.
O arkadaş gitmeden bana çok sayıda kitap bırakmıştı. O kitapları okuduktan sonra Allah’a karşı, sevgi demeyeyim de, bir sempati duymaya başladım. İncil üzerinde çalışmalarımı hızlandırdım. Ama anlamadığım konular çoktu. Bir süre geçtikten sonra telefondaki kişi bir arkadaşını da alıp yine gelmişti. Bir kaç gün benimle birlikte kalıp beni pek çok konuda aydınlattılar. Bana yine çok sayıda kitap verip gittiler. O kitaplardan çoğunu okudum.
Artık Tanrı’nın adaletini, Tanrı’nın sevgisini, Tanrı’nın bizlere karşı tutumunu kafamda şekillendirmeye başladım. Demek ki, Tanrı korkulacak biri değildi. Aksine bizlere çok yakın ve bizleri seven bir Tanrı’ydı.
Yavaş yavaş Tanrı’yı sevmeye başlamıştım. Hemen hemen her soruma cevap bulabiliyordum.
Aradan bir kaç ay geçtikten sonra Tanrı’nın sevgisi olmadan yaşayamayacağımı anlayınca, Tanrı’ya ve O’nun Mesih’ine iman ettim. Tanrı bizleri o kadar sevdi ki, masum ve tertemiz olan günahsız kuzusunu, bizim günahlarımız için kurban etti. Ta ki bizler, benliğe göre değil de ruha dayalı bir yaşam sürelim diye. Günah karşısına ölü olan bizler İsa Mesih sayesinde ölümden dirilelim diye.
Artık bundan emindim, benim tek kurtuluşum İsa Mesih’e iman etmemdi.
İman, benim için sadece 4 harfli bir kelime değil. Bende öyle değişiklikler oldu ki, onlardan bahsetmek istiyorum. Önce çevreme karşı müthiş bir sevgi duymaya başladım. Benim gibi düşünmeyenleri bile sevmeye başladım. Annemle babama karşı yaptığım hakaretlerden dolayı utanç duyuyordum. Arkadaşlarımı ve kardeşlerimi yargıladığım için çok pişmandım.
Sevgimi çevreme o kadar güzel yansıtıyordum ki, herkes bendeki bu değişikliği fark ediyordu. Benim sevgimi dışa vurmamı engelleyen gurur, artık imanıma karşı koyamıyordu. Yavaş yavaş gururumun öldüğünü hissediyordum.
Annemle babam çevremdeki tüm insanlar, benim bu durumuma çok seviniyorlardı. Eski kişiliğim gitmiş yerine yeni bir kişilik gelmişti.
Sabahlan kalktığımda öncelikle Rabbim’e şükrediyor ve imanlı kardeşlerimle bana işlerimizde yardımcı olması için dua ediyorum. Günde bir kaç sayfa Tanrı’nın Kelamından okuyorum.
Cuma ve Pazar günleri bana çok büyük mutluluk veriyor. Çünkü o günlerde devamlı imanlı kardeşlerle birlikte oluyoruz. Hep birlikte Tanrı’nın Kelamını çalışıyoruz, ilahiler söylüyoruz. Bu bana büyük bir mutluluk veriyor. Şu anda küçük bir imanlı topluluğumuz var, ama inanıyorum ki ileride bu sayımız çok fazla olacak. İmanlı kardeşlerimizle aramızda öyle samimi bir yakınlık var ki, bu hepimize mutluluk veriyor. Düşüncede bir fikirde biriz hep.
Tanrıma şükürler olsun, beni karanlıkta bırakmadı.
Bulunduğum bu sevgi dolu ortamı, bana haz veren yaşantıyı, anlatabilmem mümkün değil. Bunu ancak yaşayıp görmek lazım. O zaman ne anlatmak istediğimi anlarsınız. İşte ben bu ortamı İsa Mesih’te buldum. İsa Mesih’in kapısını çaldım beni içeri aldı. Ben de onun oğullarından biriyim artık.
İsa Mesih diyor ki: “Kapıyı çalana açacak, isteyene verilecek, arayan bulacak.” Bu mutluluğu herkesin tatması içlin Tanrı’ma devamlı dua ediyorum.
Burada sözlerime son verirken, Baba Tanrı’dan ve O’nun Biricik Oğlu İsa Mesih’ten sizlere lütuf ve esenlik olsun.
Ahmet ALİÖZ
Kırtasiyeci ve kilise önderi Diyarbakır