12 yıl bilgisayar firmalarında değişik branş ve alanlarında çalıştım. şimdi bir internet sağlayıcı firmada çalışıyorum. İslami gelenekleri yaşayan bir ailede büyüdüm. Hatta babam değişik zaman ve yerlerde cami imamlığı yaparak hafızlık derecesinde din eğitimi görmüş biridir. Ben ve kardeşlerim aileden gelen dini eğitim yetmezmiş gibi, bir de yaz sonlarındaki kurslar ve ilk okuldan bir sene devam ettiğim yatılı okul nedeniyle rabıta derecesinde İslami bilgiye sahip oldum. Liseyi bitirinceye kadar İsalam’a dayalı bilgi ve görgü kulları çerçevisinde Müslümanlığı koyu bir şekilde yaşadım. 1988′de liseden sonra İstanbul’a gelerek iş ve okul hayatıma burada devam ettim. Rab İsa ile ilk tanışmam burada oldu.
Bir gün Beyoğlu’nda gezinirken meraktan bir kiliseye girme ihtiyacı duydum. St. Antuan kilisesiydi bu ve hayatımda girdiğim ilk kiliseydi. İçeri ilk girdiğimde biraz çekingenlik, korku ve biraz da heyecanla doluydum. Böyle bir ortamla hayatımda ilk kez karşılaşıyordum. Benim gibi başka ziyaretçiler de vardı. Kadını, erkeği, yaşlısı, genci, çocuklu ailesinden, bekarına ve sevgililerine varıncaya dek çok farklı dünyaların insanları bir arada dua ediyor, mum yakıyor, sessizce oturuyor ya da benim yaptığım gibi, hayran hayran diğer insanları süzüyordu. Bir ibadethanede, daha önce hiç bir yerde görmediğim bir sevgi ve saygıyla birbirlerini selamlıyor, gülümsüyorlardı. O güne kadar insanlar ve karakterleri üzerine uzun gözlemler yapmış, yanılmamayı öğrenmiştim.
Ve oradaki insanlarda maskesiz, saf, doğal yüzler gördüm. Bu beni çok etkilemişti. Ben de diğer insanlar gibi boş sıralardan birine iliştim; hem geleni, gideni inceliyor, hem de hayatımı gözden geçiriyordum. Maalesef, yaşadığım onca yıla rağmen, hafızamda o an yakaladığım mutluluk ve sevgi ruhu kadar yer etmiş belirgin bir anı yoktu.
Kendimden geçmişim. Aklım başıma geldiğinde dua ediyordum. Ama İslami usullerle O güne kadar duymadığım ilahi bir mutluluk içimi sarmıştı. Toparlanıp kapıya doğru ilerledim. Çıktıktan sonra bahçeye 2-3 basamaklı bir merdivenden inmek gerekiyordu. Merdivenlerden indiğimi çok iyi hatırlıyorum ama ayakların yere basmıyordu. Havada dolaşıyordum sanki; insanlara bakıyor, herkese sevgimi, mutluluğumu haykırmak istiyordum. Bu olayı yaşadıktan sonra içimde sürekli oraya gitme duygusu hakim olmuştu. İkinci gidişimde de noktasına, virgülüne kadar yukarıda yaşadıklarımı aynen yaşadım. Bu bir müddet böyle devam etti.
Yine bir gün St. Antuan kilisesinden çıkarken kapıda, bir ara çalıştığım gazetenin yazı işleri müdürüyle karşılaştım. Kendisini iyi tanıdığımdan samimiyetimizin verdiği rahatlıkla buraya neden geldiğini sordum. Bir haber için bilgi almak maksadıyla geldiğini söyledi.
Kendisini tanıdığım ve daha önceleri de misyonerler aleyhinde çalışmalar yaptığını bildiğim için buna hiç şaşırmadım. Çünkü kendisi koyu Müslüman bir aileden geliyor ve Hıristiyanlara karşı her türlü baskıcı habere imza atmaktan çekinmiyordu.
Orada oluşumu ‘Huzur bulduğum için,’ şeklinde açıkladım. Bana Salı günleri saat 11:00′de Türkçe ayin olduğunu söyledi ve ayrıldık. Daha sonra ayda en az bir kere Salı günleri buraya gelip ibadete katılıyor, bu huzurun kaynağını bulmaya çalışıyordum. Bu olaylardan bir sene sonra eskiden çalıştığım gazetenin yazı işleri müdürüyle başka bir yerde tekrar karşılaştık. Bana nedense her zamankinden daha farklı görünmüştü. Daha sıcak, huzur verici ve yakın olduğu izlenimini verdi. Samimi olduğunu hissettim. Sohbetin ilerleyen dakikalarında, hala o kiliseye gidip gitmediğimi sordu. Ayda bir kere uğramaya çalıştığımı söyledim. Neden sevindiğine o gün bir anlam veremedim. Beni başka bir yere davet etti. Orasının da kilise olduğunu ve
Pazar günleri ibadet olduğunu söyledi. Kendisinin de orada olacağını ekledi.
Pazar günü verilen adrese gittiğimde yanlış bir adrese geldiğimi düşündüm. Tünel’de, İsveç Konsolosluğunun bahçesindeki küçük bir binaydı burası. Ve içerden müzik sesleri yükseliyordu. Cesaretimi toplayıp kapıyı araladığımda yanlış bir yere gelmiş eşliğinde dans eder gibi davranıyorlardı. Buranın bir kilise olmayacağını düşünerek araladığım kapıyı kapatıp arkamı döndüm. Bu sırada kapıdan birisi çıkıp beni içeriye davet etti. Meraklı bir eski gazeteci edasıyla daveti geri çevirmedim. İçeri girdiğimde şaşkınlığım belki de yüz kat artmıştı. Gözlerime inanamıyordum. İçerinin sıcaklığından buğulanan gözlük camlarım bile şaşkınlığımı gizlemeye yetmiyordu. İnsanlar dans eder gibi hareketlerle gitar, piyano, darbuka eşliğinde İsa, Tanrı, Baba, haleluya, hamdolsun gibi kelimelerin geçtiği, ancak sonradan ilahi olduğunu öğrendim şarkılar söylüyorlardı. En çok şaşırdığım şey, koyu Müslüman olan eski yazı işleri müdürümün de orada onlarla beraber görmem olmuştu.
Eski müdürümün orada bir haber için bulunduğunu düşündüm, oradakiler de sapık bir tarikattı… ama hiç de öyle olmadığını toplantı bitiminde birisi ban açıklamaya çalıştı. Bu kilisenin önderiydi. İslami birikimime dayanarak kendisine zor sorular sorup köşeye sıkıştırmaya çalışıyordum. Konuşması, Türkçe’yi kullanma tekniği, karşısındaki insanı incitmeden özenle seçilerek kullandığı sözcükler, beni dinlemesi ve sorularımı severek cevaplaması beni şaşırttı. Üstelik, benim bu güne kadar güvendiğim İslami bilgim onun bilgisi yanında çok sönük kalıyordu. Kim olabilirdi bu adam? İslam’ı bu kadar iyi bilen ve Arapça ayetler ile sözlerini tamamlayıp Kur’an’ı yorumlayan? şaştım kaldım! Ve öğrendim ki, İstanbul Üniversitesi Arap Dili ve Edebiyatı mezunu ve bir zamanlar bir çok tarikatta saygın bir yeri olan bir din adamıymış. Sonra Hıristiyanlığı seçmiş. O günden sonra her hafta sonu oraya gidiyor, hafta içinde de bana hediye edilen İncil’i okuyarak Kur’anla karşılaştırıyor, zayıf, ya da anlamsız gördüğüm yerlerin altını çizerek bunların muhasebesini yapmaya çalışıyordum. Onca birikimime karşın kendimi İslam konusunda o kadar cahil hissediyordum ki, durmadan Kur’an okuyarak ve din adamlarından bilgi alarak bu açığımı kapatmaya çalışıyordum. Önlerine ne kadar güçlü deliller ve Hıristiyanlığı aşağılayıcı ne kadar çok bilgi yığsam hepsini tek tek ve yumuşak huylulukla ve kesinlikle bir baskı ortamı yaratmadan, bıkıp usanmadan hepsini bir bir yanıtlıyorladı.
Buna şaşırıyordum. Kendilerine: ‘Ben sizi sevmiyorum, siz benim düşmanım sayılrsınız,’ desem, onlar daima beni sevdiklerini söylüyor ve korkmuyorlardı. Çünkü, kendilerini şikayet edebilir, bir kötülük yapabilirdim. O yıllarda Hıristiyanlığa karşı medyada aleyhte her türlü şeyi görmek mümkündü. Kamuoyu da bu insanlara hoş bamıyor bir fırsat kolluyordu.
Böylece aradan 4 yıl geçti. Bu zaman zardına onların sevgilerini ifade ediş biçimini gözlemledim, karakter yapılarını inceden inceye tahlil ettim. En ufak bir olumsuluğa şahit olmadım. Bu arada onlara karşı beslediğim düşmanca duygu yok olmuş, sevgiye dönüşen dostluk ve ardından Tanrısal bir kardeşlik bağı oluşmaya başlamıştı. şunu inanmıştım, Tanrı bu insanların içinde capcanlı yaşıyor, onlar aracılığı ile bana bir şeyler söylemek istiyordu. Kesin bir karar verdim ve hayatım pahasına da olsa İsa’ya Rabbim ve Kurtarıcım olarak iman ettim. O’nun Tanrı’nın bir armağanı olarak bizi kurtarmaya geldiğine ve bizim günahlarımız uğruna canını verdiğine inanmıştım bir kere.
1994 Mayıs’ının O’nunla evliliğimin göstergesi olan vaftiz töreniyle birlikte İsa’nın ailesine katıldım. Hamdolsun, O beni seçti ve o kadar reddetmeme karşın beni hiç terk etmedi.
Zinnur TURAN